18 Haziran 2018 Pazartesi

Kupa Raporu #1


Çok uzun zamandır heyecanla beklediğimiz Dünya Kupası sonunda başladı. Ben kendi hesabıma her maçın her dakikasını izledim ama bu boş vakte herkes sahip olmayabilir :) Bu sebeple, kupada bugüne kadar oynanan her maç için takımların ne oynadığına dair fikir vermesi amacıyla kısa kısa değerlendirmeler yaptım.


Rusya-Suudi Arabistan(5-0)


Bu maç, 5-0 biten herhangi bir maça kıyasla fazla durağandı. Suudi Arabistan maç boyunca dört pası üst üste yapmakta zorlanmasına rağmen %60 topla oynama oranına sahipti. Al-Sahlawi’yi bekleyenler içinse hayal kırıklıklarıyla dolu bir 90 dakika oldu. Rusya adınaysa maçın yıldızı kuşkusuz Alexandr Golovin’di. Maç için bir başlık atacak olsam ‘’Golovin böyle istedi’’ yazardım. Öyle bir top oynadı. Beppe Marotta da böyle düşünmüş olacak ki, maçın bitiş düdüğünün ardından Golovin-Juventus dedikoduları iyice ayyuka çıktı. 22 yaşındaki oyuncu yeni sezonda büyük ihtimalle Juventus forması giyecek. Sonradan giren Artem Dzyuba da önemli bir katkı verdi. Çok kötü bir performans gösteren Smolov’un yerini alması muhtemel. Rusya 5-0’lık galibiyetiyle büyük sükse yapsa da bence söylendiği kadar iyi oynamadı ve grup maçları sonunda Mısır’ın arkasında kalarak elenme ihtimalleri hala yüksek.

Mısır-Uruguay(0-1)


Sergio Ramos’un Şampiyonlar Ligi finalindeki insanlık dışı müdahalesinin ardından omzu çıkan Mohammed Salah, oynayacak durumda olduğu belirtilmesine rağmen maça yedek kulübesinde başladı ve oyuna giremedi. Mısır’ın hücumdaki tek opsiyonu olan Salah’ın yokluğu Afrika ekibini zorlasa da teknik direktör Hector Cuper kendi oyun anlayışını takıma çok iyi uygulattığı için 90’ıncı dakikaya 0-0 beraberlikle girmeyi başardılar. Mısır, klasik bir Cuper takımı görüntüsü çizdi. Savunmada adam paylaşımını iyi yapan, gerektiği yerde tempoyu yavaşlatan ve gol atması oldukça zor bir takım. Bu formüle Salah’ın hücumdaki sihri eklenince epey can yakabilirler. Uruguay’ın ise maçı kazanmasına rağmen beklentileri karşılayabildiğini söylemek güç. Orta sahadan dikine pas yapmakta çok zorlanan Güney Amerika ekibi Suarez ve Cavani’yi maçın son 10 dakikasına kadar yeterince besleyemedi. Son 10 dakikada ise şuursuz ve plansız bir baskı haline girdiler. Mısır’ın geri çekilmesi de bunda etkili oldu. 90’ıncı dakikada Carlos Sanchez’in ortasına çok iyi yükselen Gimenez’ın golüyle paçayı kurtardılar ve üç puana ulaştılar ama özellikle orta sahada bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu şartlar altında Lucas Torreira’nın ilk 11’de düşünülmemesi de epey tartışmalı bir karar. 

Fas-İran(0-1)


Maça iyi başlayan taraf Fas oldu. Yakından tanıdığımız Nordin Amrabat, hiç alışık olmadığı sağ bek pozisyonunda ilk yarının en iyisiydi. Takımını hücuma çok iyi çıkardı ve kestiği ortalarla etkili oldu. İran takımı ise öncelikle Fas’ın ilk 30 dakikadaki etkinliğini azaltmayı ve tempoyu yavaşlatmayı hedefledi. Bunda da çok başarılı oldular. İkinci yarıda oyunu iyi kilitleyen İran, bulduğu kontra ataklarla maçın dengesini kendi lehine değiştirdi. Tam maç berabere bitecek derken, yan toptan Faslı Aziz Bouhaddouz’un kendi kalesine attığı golle 1-0 kazandılar. İşleri hala zor ancak, ikinci yarıdaki oyunlarını Portekiz ve İspanya maçlarına taşırlarsa bu dev ekiplere zor anlar yaşatabilirler. Fas’ın önündeyse imkansıza yakın bir görev var.

Portekiz-İspanya(3-3)


Ronaldo ne top oynadı be! Gerçekten muhteşemdi. Euro 16’da çok iyi bir turnuva geçirmese de özellikle final maçında arkadaşlarına psikolojik olarak muazzam bir destek vermişti. Portekiz’in liderliğine kaldığı yerden devam ettiğini gördük. Attığı üçüncü gol, kupa tarihinin en güzellerinden biri olmaya aday. Bir puana razı olan İspanya ise, özellikle ikinci yarıda daha etkili olan taraftı. Lopetegui hakkında yazdığım yazıda İspanya’nın artık hepimizce kanıksanmış olan futbol anlayışından biraz bahsetmiştim. Beni pek yanıltmadılar. Çiçeği burnunda teknik adam Fernando Hierro, takımın dizilişini ve oyun yapısını pek değiştirmemiş. Tek sürpriz sağ bekteki Nacho’ydu, o da Ronaldo’nun sol taraftan yüklendiği anlarda daha defansif bir yapıyla karşılaşması içindi sanırım. Nacho bu görevi çok iyi yapamasa da attığı son derece estetik golle kendini affettirdi. Diego Costa da milli takım formasıyla açık ara en iyi maçını oynadı. Attığı ilk gol ‘’Santraforluğa Giriş 101’’ adeta.  

Fransa-Avustralya(2-1)


Fransa 2-1 kazandı kazanmasına ama ecel terleri döktü! Euro 2016’da yaşadıkları koordinasyon sorunlarının devam ettiğini gördük. Benim fikrimi soracak olursanız Fransa kadrosu kupanın açık ara en derin ve yetenekli ekibi ama saha içindeki uyumu sağlayamadıktan sonra bunun pek bir önemi kalmıyor. Özellikle Pogba-Tolisso-Kante orta sahası kağıt üstünde muhteşem gözükmesine rağmen yeterli performansı veremiyor ve ileri uçtaki Dembele-Griezmann-Mbappe üçlüsünü besleyemiyor. Pogba eğer bu takımın lideri olmak istiyorsa çok daha iyi oynamak zorunda. Bunu istediğini birçok kez belirtti ama aynı zamanda da hak etmek lazım. Deschamps da garip tercihleriyle bir kez daha hocalık yeteneğini sorgulattı. En azından ben sorguladım. Maç skoru 1-1’ken yaptığı Giroud-Griezmann değişikliği tam bir skandaldı. Griezmann gibi sihirli oyuncuları, o sırada ne kadar kötü oynarlarsa oynasınlar, gole ihtiyaç duyulan bir ortamda oyundan almak hiçbir zaman iyi bir fikir değildir. Avustralya ise, teknik direktör Bert van Marwijk yönetiminde tam da onun istediği bir profil çizdi. 66 yaşındaki teknik adam, 2010’da Hollanda’yı finale çıkarmasına rağmen, futbolun ruhunu ve Hollanda’nın total futbol geleneklerini öldürdüğü gerekçesiyle büyük eleştiriler almıştı. Bu Avustralya takımı da geride kurulan savunmayla ve gerektiğinde başvurulan sertliklerle 2010 Hollanda’yı andırdı bana açıkçası. Kangurularda altını çizmek istediğim oyuncu ise sağ stoper Trent Sainsbury. O kadar iyi oynadı ki maç süresince ara sıra kendisini Sergio Ramos’la karıştırdım. Eğer Griezmann ve Dembele maç boyunca bu kadar etkisiz kaldıysa aslan payı Sainsbury’nin.

Peru-Danimarka(0-1)


Tüm Peru halkının ahlar vahlar içinde hatırlayacağı bir maç oldu. Güney Amerika ekibinin neden 1.5 senedir yenilmediğini daha maçın 10’uncu dakikasında herkes anladı. Geride taş gibi bir savunma hattı ve kontraya harika çıkan Farfan-Cueva-Carillo hattıyla izleyenlere büyük keyif verdiler ama kalede heyula gibi duran babası kılıklı Schmeichel’ı bir türlü geçemediler. Cueva’nın ilk yarı sonunda kaçırdığı penaltı ise büyük ihtimalle nesillerden nesillere konuşulacak Peru’da. Danimarka maç boyunca hücumda epey etkisiz olmasına rağmen atamayana attı ve cezayı kesti. Elemeler boyunca Tottenham’ın yıldızı Christian Eriksen’e bağımlı bir görüntü çizen İskandinav ekibi, golü de 26 yaşındaki oyuncunun attığı pası Yussuf Poulsen’in ağlara göndermesiyle buldu.

Arjantin-İzlanda(1-1)


Maça ortalama bir başlangıç yapan Arjantin, Agüero’nun artık ezberlediğimiz bir sekansla ceza alanında daracık bir bölgede dönüp golünü atmasıyla 1-0 öne geçti. İzlanda şok bir kontra atakla Finnbogason’un golüyle 1-1 yaptı. Gerisi ise bizim yakından tanıdığımız, Arjantin’in ise ilk defa tanık olduğu bir hikayeydi. Skoru bulan İzlanda artık mükemmelleştirdiği alan savunması ve topu rakibe teslim etme stratejisiyle öyle bir kapandı ki, Messi bile kilidi açamadı. Bir anlık boşlukta kazanılan penaltıyı ülkenin umudu Lionel Messi’nin kaleci/film yapımcısı Halldorson’un üstüne nişanlaması maça son noktayı koydu aslında. O andan itibaren psikolojik olarak çöken Tangocular, ne yaptılarsa galibiyet golünü bulamadılar. Arjantin açısından endişe verici durum maçın berabere bitmesinden ziyade takımın en büyük yıldızının penaltı kaçırması ve demoralize olması. İzlanda zaten dünyadaki her takımın yenmekte zorlanacağı bir ekip. Sonraki iki maçta alınacak iki galibiyetle gruptan lider çıkmak da hala eskisi kadar yakın bir ihtimal ama Messi bir sonraki maçta patlama yaparak özüne dönmezse, bu takımın ruhu kaybolmuş olur.

Hırvatistan-Nijerya(2-0)


Turnuvanın şu ana kadarki en zayıf maçlarından biriydi. İki takımın da uyum sorunu yaşadığı ortada. Bir şans golü ve penaltıyla Hırvatistan maçı kazanmış olabilir ama hiç de iyi sinyaller vermediler. Nijerya ise orta sahasındaki yaratıcılık eksikliğinden fazlasıyla çekti. İki takımın da İzlanda karşısında epey zorlanacağını düşünüyorum. Hırvatistan, saha içindeki uyumsuz bir takım. Aslında uyumsuz olması için de hiçbir sebep yok. Zlatko Dalic de bu soruna çare bulamamış gibi gözüküyor.


Kosta Rika-Sırbistan(0-1)


Açıkçası maçtaki tek güzel şey Kolarov’un frikik golüydü. Keylor Navas gibi bir kaleci ancak böyle muhteşem bir vuruşla mağlup edilebilirdi. Kosta Rika, 2014’teki gibi savunmada sağlam, fizik kalitesi yerinde ve kontraya iyi çıkan bir takım. Maçın ilk yarısında etkili olan taraf onlardı. Ancak ikinci yarıda Sırbistan oyuna hakim oldu. Mitrovic biraz topçu olsa maçı çok daha erken koparabilirlerdi. Merakla beklediğim Sergej Milinkovic-Savic ise kaleye alıştığından farklı bir görevle üçüncü bölgede organizatör rolü üstlendi ve Serie A’da alıştığımız o ceza sahası koşularını pek yapmadı ama bu rolde de fena bir performans göstermedi.

Almanya-Meksika(0-1)


Dünün ve belki de kupanın en güzel maçı buydu. Dünya Kupası atmosferini iliklerime kadar hissettim. Maç öncesinde Almanya’nın kolay bir galibiyete uzanması bekleniyordu ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Meksika ilk 45 dakika boyunca Panzerleri çok etkili kontralarla sarsmayı başardı ve bunu yaparken tek bir net pozisyon bile vermedi. Hector Herrera’nın orta sahadaki muhteşem komutanlığı ve Lozano-Chicarito-Vela üçlüsünün ivmesiyle sanat gibi kontralar izledik. Euro 2012’de İtalya ile oynadıkları yarı finalden beri Almanya’yı bu kadar çaresiz görmemiştim açıkçası. Meksika, artık neredeyse sağ açık gibi oynayan sağ bek Kimmich’in boşaltttığı kanattan sürekli bastırdı ve golü de oradan buldu. Lozano’nun golü ve gol öncesinde Mesut’a attığı çalım futbolu neden sevdiğimizin cevabı niteliğindeydi. Golü bulan Meksika ikinci yarıda artık iyice geri çekildi ve Panzerler Boateng-Hummels ikilisinin bile rakip yarı alanda olduğu bir yerleşime geçtiler. Pozisyon da buldular ancak plansızca yaptıkları baskıya karşılık etten bir duvar vardı karşılarında. Marco Reus oyuna girdikten sonra biraz hareket getirse de maçı hak eden kazandı. Joachim Löw ve futbolcuların bir sonraki maç gününe kadar düşünmeleri gereken çok şey var.

Brezilya-İsviçre(1-1)

Bir sonraki maç gününe kadar düşünmesi gereken çok şey olan bir diğer takım da Brezilya. Maça iyi başlayan Sambacılar Coutinho’nun ayağından muhteşem bir gol bulduktan sonra televizyon başındaki herkes oyunun farka doğru gittiğini düşünüyordu muhtemelen. Öyle olmadı. Golden sonra Brezilya’ya bir şeyler oldu. Sanki orada görünmez bir el freni vardı, onu çektiler ve İsviçre’nin üstüne gitmeyi bırakıp iyice geri çekildiler. Oysa ki, İsviçre o ana kadar maçta hiçbir varlık gösterememişti. Bu rölantiden cesaret alan İsviçre, Shaqiri’nin önderliğinde ufak ufak atağa çıkmaya başladı, duran toptan da golü buldu. 21. yüzyılın başından beri oyuncular ve teknik adamlar değişse de İsviçre’nin oyun anlayışı değişmedi. Zor atarlar, zor yerler ve büyük takımlara hiçbir zaman kolay lokma olmazlar. Bu sefer de olmadılar ama bunun sebebi, İsviçre’nin başarısından çok Brezilya’nın basiretsizliğinde saklıydı. İsviçre’nin golünden sonra; bütün maç boyunca atakları yavaşlatmaktan, hücumun akışkanlığını bozmaktan ve yerde kıvranmaktan başka hiçbir işe yaramayan Neymar’ın önderliğinde şuursuz bir baskı yapmaya başlayan Brezilya golü bulamadı ve maç 1-1 sona erdi. Son saniyelerde kaleyi cepheden gören noktada kazanılan frikiği Neymar’ın kaleye vurmak yerine içeri doldurması da adeta maçın özetiydi.




13 Haziran 2018 Çarşamba

Lopetegui, Real Madrid ve Dünya Kupası’nda İspanya


Real Madrid’in merakla beklenen teknik direktörü belli oldu. Los Blancos önümüzdeki 3 sezon için Julen Lopetegui’ye emanet. Peki kimdir Lopetegui? Nasıl bir futbol anlayışı tercih eder? Onun başında olduğu İspanya’dan Dünya Kupası’nda ne beklemeliyiz? Real Madrid doğru ismi mi tercih etti?


28 Ağustos 1996, İspanya Süper Kupası’nda Estadio Olimpico de Madrid’de Atletico Madrid’in konuğu Barcelona. Bir önceki seneyi kupasız kapatan Katalanlar, lig-kupa dublesi yapmış rakibine karşı ilk maçtaki 5-2’lik galibiyetin getirdiği avantajı korumaya kararlı. Kalede yedek kaleci Lopetegui var. Defansın göbeğinde yeni transfer Laurent Blanc boy gösteriyor. Defansın hemen önünde takımın demirbaşı Pep Guardiola bütün ihtişamıyla orada. Sağ açıkta ise ezeli rakip Real Madrid’den alınan Luis Enrique başlıyor maça. Maçı Atletico 3-1 kazansa da kupa Barcelona’ya gidiyor. Bu maç da tarihin tozlu sayfalarına karışıyor. Yaklaşık 20 sene sonra internette bir resim patlıyor. O resimde bulunan Johan Cruyff’ın mirası bu takımdan dünya çapında dört teknik direktör çıkıyor. O isimlerden biri, İspanya milli takımının başında geçireceği Dünya Kupası’nın ardından, son 3 Şampiyonlar Ligi sezonunun şampiyonu Real Madrid’in başına geçiyor.

Başlangıç


Futbola Real Sociedad altyapısında başlayan Julen Lopetegui, bir süre sonra Real Madrid tarafından altyapıya transfer edildi. Burada A takımla yalnızca bir maça çıkabildi ve daha fazla forma şansı bulabilmek adına o zamanın La Liga’sının mütevazı takımlarından Logrones’e transfer oldu. Burada dikkatleri üzerine çekti ve Barcelona’ya imza attı ancak orada da istediğini bulamadı. Sözleşmesi bittiğinde ayrıldı ve futbolu bırakana kadar Rayo Vallecano’nun kalesini korudu. Futbolu bıraktıktan sonra Rayo kendisine antrenörlük teklif etti. Bir sene altyapıda antrenör olarak görev yaptıktan sonra takımın teknik direktörlüğünü üstlenen 51 yaşındaki teknik adam, burada sadece üç ay dayanabildi. Bu kötü dönemin ardından kendisine kucak açan kulüp, altyapı eğitimini aldığı Real Madrid oldu. 2006 yılında kulübün gözlemci departmanının başına geçti ve burada iki sene görev yaptı. Castilla’nın(Real Madrid B Takımı) teknik direktörü olarak da bir sene geçirdikten sonra ayrıldı. Ağustos 2010’da İspanya Futbol Federasyonu altyapı takımlarının başına Lopetegui’yi getirdi.

2008-2014 arasında milli takımlar düzeyinin hakim gücü İspanya’ydı. Euro 2008, 2010 Dünya Kupası ve Euro 2012’yi üst üste kazanarak üç uluslararası turnuvada üst üste zafere ulaşan ilk takım olarak adlarını tarihe yazdırdılar. Bunu yaparken pas oyunu temelli bir stratejiyi tercih ettiler. Zaman zaman santraforda bir orta saha oyuncusunu -eskeriyetle Fabregas- kullanacak kadar topu ayağında tutmayı önemseyen bir geleneğin içinden gelen Julen Lopetegui de bundan doğal olarak etkilendi. Altyapılarda bu anlayışla iki büyük kupa kazandı. 2012’de U19 Avrupa Şampiyonası’nda ve 2013’te U21 Avrupa Şampiyonası’nda bu sisteme sadık kalarak zafere ulaştı. Şu an İspanya’nın Dünya Kupası kadrosunda bulunan David de Gea, Thiago Alcantara, Dani Carvajal, Koke ve daha birçok isimle daha o zamanlardan çalışma şansı buldu. Bir nevi Lopetegui’nin eline doğdu bu isimler. Bu başarıların ardından 2014 yazında Porto’dan gelen teklifi değerlendirdi ve Portekiz takımının başına geçti.

Bayern’in kısa süren kabusu


Porto’da 1.5 sene görev yapan Lopetegui bu süreçte herhangi bir kupa kazanamadı. Porto gibi bir kulüpte kupasız geçen bir sezon bile yeterince kötüyken bir de ikinci sezona tatsız bir başlangıç yapınca 51 yaşındaki teknik adamın işini kaybetmesi kaçınılmaz oldu. Ocak 2016’da işine son verildi. İlk sezonunda kupa kazanamasa da takımın Şampiyonlar Ligi’ndeki yürüyüşü takdir toplaması için son derece yeterliydi. O sezon turnuvada H grubunda Shaktar Donetsk, Athletic Bilbao ve Bate Borisov’un bulunduğu grubu ilk sırada bitirerek son 16 turunda Basel’in rakibi oldu Porto. Kura şansının yaver gittiğini söyleyenebilirdi. Ancak, grubu 6 maçta 16 gol atıp 4 gol yiyerek bitirmek ve bir sonraki turda Basel gibi herkese ters gelebilecek bir takımı toplamda 5-1’le geçmek takdiri hak eden sonuçlardı. Çeyrek finalde Bayern Münih’le eşleşen Portekiz ekibi, ilk maçı 3-1 kazanarak bütün futbol kamuoyunu adeta şoka soktu. Bu sonucun mimarları, dersine çok iyi çalışan Lopetegui ve maçta iki gol atan Ricardo Quaresma’ydı. 51 yaşındaki teknik adam rakibi Pep Guardiola’yı çok iyi tanıyordu ve sistemin bütün açıklarını tek tek tespit etti. Maça inanılmaz bir pres ve insanüstü bir adam adama savunmayla başlayan Porto, rakibinin geriden oyun kurmasına asla fırsat tanımıyordu. Dengesi bozulan Bayern’i paramparça ettiler. Maçta Portekiz ekibinin attığı üç golün de rakibin bireysel hatalarından gelmesi bir tesadüf değil, ince ince işlenmiş bir stratejinin sonucuydu. İkinci maçta gelen 6-1’lik sonuç moralleri oldukça bozsa da, Lopetegui’nin potansiyeli gözükmeye başlamıştı. 

Yeni umutlar


Euro 2016’nın ardından milli takımı bırakacağını açıklayan Vicente del Bosque’nin yerine geçecek ismi arayan İspanya Futbol Federasyonu; Porto’da futbol kamuoyunun dikkatini çeken, aynı zamanda da altyapılarda dört senelik bir dönem geçirdiği için oyuncuları ve sistemin işleyişini iyi bilen Lopetegui’yle anlaştı. İlk ciddi sınavını eleme grubundaki İtalya maçlarında veren 51 yaşındaki teknik adam, iki maçtan dört puan alarak endişeye mahal bırakmadı. Özellikle ikinci maçta Bernabeu’da oynanan etkili oyun ve alınan 3-0’lık sonuç yüreklere su serpti. Elemelerin tamamında 10 maçta 28 puan toplayan İspanya, grubundan rahatça lider çıktı. İspanyolların kupa hedefini perçinleyen maçsa 27 Mart’ta oynandı. Kupanın en büyük favorilerinden Arjantin’le karşılaşan Boğalar, Messi’den yoksun rakibini 6-1’le hezimete uğrattı. Kırılgan Arjantin savunmasını adeta kevgire çeviren Lopetegui’nin öğrencileri, kendilerini şampiyonluk denkleminin dışında tutanlara net bir mesaj vermiş oldu.

Lopetegui, milli takımın altyapısında çalıştığı dönem sebebiyle elindeki oyuncuların güçlü ve zayıf yönlerine turnuvadaki rakiplerinden daha hakim. Çok sık bir araya gelinemeyen ve antrenman yapılamayan milli takım seviyesinde futbolcularla teknik direktörün birbirini iyi tanıması çok önemli bir avantaj. İspanya, güçlü orta saha kurgusu ve Sergio Ramos’un liderliğindeki savunma hattı ve dünyanın en formda kalecisi David de Gea’yla kupanın en önemli favorilerinden biri. Zirve dönemlerinde olduğu gibi rakip takımın başını döndürecek bir top hakimiyetine sahipler. Takımın 4-3-3 geleneğinin sürmesi ise kesin gibi zira 51 yaşındaki teknik adam ne Porto’da ne de altyapılarda çalıştığı dönemde bu sistemden vazgeçmedi. Rusya’da 2008-14 arasındaki İspanya’nın çok benzeri bir takım izlememiz son derece muhtemel. Hem Lopetegui’nin futbol anlayışı hem de kadro yapısı bunu gösteriyor. O takımın en kilit ismi İniesta, yüksek ihtimalle son turnuvasına çıkıyor ve Zidane’ın 2006’da yaptığı gibi unutulmaz bir sonla veda etmek isteyecektir. Bu takımın da kalbi ve lideri o. Turnuvada nereye gideceklerini biraz da pas oyununun işlemesinde çok kritik bir role sahip olan Andres İniesta belirleyecek.

İspanya’nın zayıf karnı ise kadroda formda bir santraforun olmaması. Atletico Madrid’de orta şeker bir sezon geçiren Diego Costa, en iyi olduğu zamanlarda bile milli takımda bekleneni verememişti. Elemelerde sıkça kullanılan Alvaro Morata ise, Chelsea’de geçirdiği berbat sezonun ardından kadroya bile alınmadı. Bernabeu’daki İtalya maçında ileri uçta oynayan ve iyi bir performans gösteren David Silva’nın bu pozisyonda kullanılması da alternatifler arasında ancak kadroda Costa haricinde klasik bir santraforun olmaması canları biraz sıkabilir. Yine de buna İspanya’dan daha alışkın bir takım yok. 

Madrid’e dönüş

Bazı dönemlerde milli takımlar, o sırada çok başarılı olan yerel takımların hem kadro hem de saha içindeki oyun anlamında etkisine girerler. 80’lerin sonundaki Sovyetler Birliği takımının her şeyiyle Dinamo Kiev’in kopyası olması gibi. 2008-14 İspanya da her zerresiyle Barcelona’nın tesiri altındaydı. Hem oynanan futbol, hem de kadro yapısı benzerlik gösteriyordu. Tek fark, İspanya’nın Lionel Messi’si yoktu. Bu dönemlerde milli takımın altyapılarında görev yapan ve futbolcuğunda Cruyff’un Barcelona’sında forma giyen Julen Lopetegui de bu futbol anlayışını takip eden bir isim. Barcelona takımının 2009-11 arasındaki dominasyonu Real Madrid’i bu takımın antitezi olma yoluna itmişti. Önce Mourinho, sonra Ancelotti daha sonra da Zidane’la bir direkt futbol takımı olmuşlardı. Lopetegui, kariyerinin geçmişinde Real Madrid olsa da futbol anlayışı bakımından ‘’Barcelonalı’’ bir teknik adam. Bu durumda Eflatun-Beyazlılar’da bir şeylerin değişeceğini rahatlıkla öngörebiliriz. Takımın kadro yapısının da 51 yaşındaki teknik adamın oynatmak istediği oyuna uygun olduğu söylenemez ancak Real’in oyuncu ekibinin kudretini de göz ardı etmemek lazım. Neredeyse her mevkiide dünyanın en iyisini barındıran bir kadronun geçiş süreci çabuk tamamlanabilir. 

Julen Lopetegui’nin Real Madrid’e gelişi, saha içindeki oyunda bir zihniyet değişimi yaşanacağını gösteriyor. Direkt oyun anlayışının geride kalması ve pas oyununa geçilmesi kesin sayılır. Ronaldo ve Modric gibi kadronun vazgeçilmez isimlerinin de ayrılacağı konuşuluyor. Bu durumda bu geçişin sıfır sancıyla atlatılması pek mümkün gözükmüyor. İspanyol teknik adamın ilk altı ayı son derece kritik. Bu dönemde oynatmak istediği futbolu oyuncularına iyi aşılar ve bu kısmı en az kayıpla geçerse önü açık.

Not: Ben bu yazıyı yayına vermeden yaklaşık 38 saniye önce Julen Lopetegui'nin İspanya'dan kovulduğu açıklandı. Dünya Kupası'nda kendisini izleyemeyeceğiz ama turnuvadan bir gün önce hocası kovulan bir takımın futbol anlayışını değiştirmesi, takdir edersiniz ki, zor. Bu yüzden Rusya'da dikkatli izleyin İspanya'yı. Real Madrid'in gelecek seneki oyunu hakkında fikir sahibi olabilirsiniz.

11 Haziran 2018 Pazartesi

Sıçrama tahtası



Sıçrama Tahtası

Dünya Kupası, global futbolun en büyük iki vitrininden biri. Bu organizasyonu iyi geçiren bir futbolcu, kupanın hemen ardından yapacağı bir transferle seviye atlayabilir. 2014’te bu durumu James Rodriguez, Claudio Bravo ve Keylor Navas’ta görmüştük. Rusya’da da bu sıçramayı yapabilecek bazı oyuncular var.

Hirving Lozano - Meksika


PSV, bu sezon Eredivisie’de şampiyonluğa ulaşırken, ligde farkı yaratan oyuncu Lozano’dan başkası değildi. 22 yaşındaki genç yıldız, sezonu 17 gol 11 asistle kapatarak takımının en önemli hücum opsiyonu haline geldi. Aslında Pachuca’daki oyunuyla çok küçük yaşta Avrupa kulüplerinin dikkatini çekmeye başlamıştı ancak seviye atlaması biraz geç oldu. Her iki kanatta da oynayabilen Lozano, tıpkı PSV’de olduğu gibi, Meksika’da da takımının hücumdaki merkezi konumunda. Harika top tekniği, hızı ve kale önündeki becerisiyle dikkat çeken genç yıldızın en önemli eksiği ise bazı durumlarda topu ayağından geç çıkarması ve hücumun akışkanlığını bozması. Lozano’nun kupada üçlü savunma oynaması beklenen Orta Amerika ekibinde Carlos Vela ile beraber hücumdaki yaratıcılıktan sorumlu olması bekleniyor. Avrupa’nın an itibarıyla en etkili 2-3 menajerinden biri olan Mino Raiola, geçtiğimiz aylarda kendisinin potansiyelini gördü ve onunla sözleşme imzalayarak oyuncuyu temsil etmeye başladı. Bu da Meksikalı oyuncunun büyük kulüplere transferini kolaylaştıran bir etken. Almanya, İsveç ve Güney Kore ile aynı grupta olan Meksika gruptan çıkar, Lozano da bu başarıda atacağı 3-4 golle pay sahibi olursa, kendisini Avrupa’nın dev kulüplerinde görmemiz sürpriz olmayacaktır. 

Giorgian de Arrascaeta - Uruguay


Uruguay, kupanın kaliteli takımlarından biri. Forvette Luis Suarez-Edinson Cavani ikilisi ve orta sahada Sampdoria’da çok iyi bir sezon geçiren ve büyük kulüplerin radarına giren Lucas Torreira’nın liderliğinde pek çok takımın başını ağrıtmaya adaylar. Suarez-Cavani ikilisinin orta sahayla bağlantısını ise, Cruzeiro’da forma giyen 24 yaşındaki Arrascaeta üstlenecek. 4-4-2 Diamond, bizim tabirimizle baklava dizilişiyle sahada olacak olan Güney Amerika ekibinde ofansif orta saha olarak karşımıza çıkacak olan Arrascaeta, futbola ülkesinin önemli takımlarından Defensor Sporting’de başladı. Mevkisindeki oyuncular baz alındığında son derece yüksek bir pres verimliliğine ve top kapma becerisine sahip bir oyuncu. Ayrıca, forvetlerin açacağı boşluklara sızıp gol bulma ihtimali de yüksek ve driplingle adam eksiltme özelliği ile dikkat çekiyor. Zayıf yönleri ise, bu seviyede soru işareti yaratan fiziği ve kulüp takımında bir 10 numaradan beklenen asist sayısına sahip olmaması. Şahsen benim çeyrek final yapmasını beklediğim Uruguay’da Arrascaeta dikkatleri üzerine çeken bir oyun ortaya koyarsa, piyasasını yükseltip büyük liglerin başaltı takımlarına transfer olabilir. 

Amine Harit - Fas


2016-17 sezonunda Ligue 1 ekibi Nantes’da kulüplerin radarına girmeye başlayan Amine Harit, bu sezonun başında Schalke 04’e transfer oldu ve başarılı bir dönem geçirdi. Bundesliga’da 31 maçta 3 gol ve 7 asistlik bir performans sergileyen 20 yaşındaki oyuncu Fas teknik direktörü Herve Renard’ın 4-1-4-1’inde sol kenarda oynasa da aslen bir 10 numara. Yine de bu sezon Schalke’de bazı maçlarda sol iç oynaması sebebiyle bu pozisyona çok da yabancı bir oyuncu değil. Harit, özellikle oyun zekası ve top hakimiyetiyle dikkat çekiyor. Attığı öldürücü anahtar paslarla Fas’ın önemli bir hücum opsiyonu lakin Renard’ın defansif sisteminde kendisini öne çıkarması çok da kolay olmayacaktır. Fas, şanssız bir kurayla İspanya ve Portekiz’le aynı gruba düştü. Eğer bir sürpriz yapacaklarsa bunun en önemli etkenlerinden biri Harit olacak. Beklenmeyen olur ve Fas kendini son 16 turunda bulursa, 20 yaşındaki genç yıldızın talipleri de artacaktır. 

Michal Pazdan - Polonya


Michal Pazdan, yukarda yazdığım 3 isimden daha farklı bir profile sahip. Öncelikle bir stoper ve diğer isimler gibi genç yetenek değil, 31 yaşında. Tıpkı Euro 2016’daki gibi tandemde Kamil Glik’in partneri olması bekleniyor. İki sene önce de başarılı bir turnuva geçiren ancak kıta avrupasına transfer olma imkanı bulamayan Pazdan, Polonya’nın gruptan çıkması halinde Fransa ve İtalya’daki orta sıra takımları tarafından ilgi görebilir. İki ayağını da kullanabilmesiyle dikkat çeken oyuncu bütün kariyerini Estraklasa’da geçirdi ve şu anda Legia forması giyiyor. Milli takımda 32 kez forma şansı bulan Pazdan, 1.81 gibi bir stoper için kısa sayılabilecek bir boya sahip olsa da hava toplarında çok büyük bir sıkıntı yaşamıyor ve çabukluğuyla fark yaratabiliyor. 

Jefferson Lerma - Kolombiya


Levante’de üçüncü sezonunu tamamlayan 23 yaşındaki Jefferson Lerma, kulübün vazgeçilmez oyuncularından biri. Defansif meziyetleri daha ön planda olsa da gerektiğinde takımını hücuma da çıkarabilen bir box-to-box olan genç yıldız, bitmek bilmeyen enerjisiyle Kolombiya orta sahasında önemli bir silah olacak. Boyu 1.79 olsa da fiziki açıdan çok kalın olan ve sahadaki oyuncuların büyük çoğunluğuna fiziksel üstünlük kurabilen Lerma, artık Avrupa’nın daha üst kademe kulüplerine geçiş yapma zamanı gelmiş bir isim. Fiziki özelliklerinin yanında pas yüzdesini de yüksek tutabilen oyuncunun en büyük zaafı ise zaman zaman sertliğin dozunu kaçırması ve kart görmesi. Bu sezon La Liga’da 17 sarı kart görerek takımını bazı maçlarda yalnız bırakmak zorunda kaldı ve 38 maçın 27’sine çıkabildi. Kolombiya orta sahasının bir nevi dinamosu olacak genç yıldız takımının turnuvada ilerlemesi halinde dikkatleri üzerine çekecek ve seviye atlayacaktır. 

Trezeguet - Mısır

Ligimizden de çok yakından tanıdığımız Trezeguet, Mısır’ın Mohammed Salah’tan sonraki hücum silahı olacak. Kasımpaşa, Anderlecht’ten kiraladığı futbolcunun bonservisini almış durumda ve oyuncunun adı ciddi şekilde Galatasaray’la anılıyor ama Mısır’ın beklentileri aşarak gruptan çıkması durumunda bonservisi artacaktır. Top hakimiyeti, çalım yeteneği ve kale önündeki becerisiyle Süper Lig’de fark yaratan 23 yaşındaki isim sezonu 13 gol ve 7 asistlik bir performansla kapattı. Elbette Mısır, Salah’ın ayağına bakan bir takım ancak bu, başka futbolcuların da dikkat çekemeyeceği anlamına gelmiyor. Trezeguet -asıl ismiyle Mahmoud Hassan- atacağı veya attıracağı gollerle Avrupa takımlarının dikkatini çekebilir ve kulübü Kasımpaşa’ya kâr getirecek bir transfer yapabilir. 

10 Haziran 2018 Pazar

Futbolun Kaybolan Dehası, Arpad Weisz


Futbolun kaybolan dehası


‘’Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.’’ -Theodor w. Adorno


Adolf Hitler ve Nazi Almanyası, hayatın her alanına el attığı gibi geçmişten bugüne kitleleri kontrol etmede en önemli araçlardan bir tanesi olan spor dünyasına da müdahalelerde bulunmuştur. 1936 Berlin Olimpiyatları’nda bir Afro-Amerikalı olarak 100 metre yarışını kazanıp altın madalyayı boynuna geçiren ve Nazi yönetim kadrosunun tribünü hışımla terk etmesine sebep olan Jessie Owens, sporseverlerin bu konuda en çok ismini zikrettiği sporculardan biridir. 1930’larda Matthias Sindelar önderliğinde dünyayı kasıp kavuran, ‘’Wunderteam’’ olarak adlandırılan Avusturya Milli Futbol Takımı da dağılmak zorunda kalmıştır. Sindelar 1939’da şüpheli bir şekilde evinde yaşamını yitirmiştir. Ancak, Hitler’in futbola müdahalesi Sindelar ile sınırlı kalmamıştı. Auschwitz olmasaydı bugün belki de futbol tarihinin en büyük teknik direktörlerinden biri olarak anacağımız Arpad Weisz da, bu şiddete kurban gitmişti.

Weisz, 1896 yılında Macaristan’ın Avusturya sınırında yer alan Solt’da doğdu. 20’nci yüzyılın başında İngilizlerin etkisiyle tüm dünyada yayılmaya başlayan futbol, Tuna Nehri kıyılarında da çok sevildi. Öyle ki, Macaristan ve Avusturya’daki kafeler, bu yeni oyun üzerine belirtilen fikirlerin ve girişimlerin Avrupa’daki merkezi haline geldi. 1900’lerin başında Orta Avrupa’daki kafelerde yürütülen entellektüel tartışma geleneğinden futbol da nasibini almıştı. Bu ortamda yetişen Weisz’ın futbola gönül vermemesi mucize olurdu. Yetenekli bir sol açıktı. 1924 Olimpiyatları’na favorilerden biri olarak giden, ancak hüsrana uğrayan Macaristan’ın kadrosunda yer almıştı. Bu takımın kaptanı, kendisi de Auschwitz’de mahkum bir yahudi olan ancak sağ kurtulmayı başaran Bela Guttman’dı. Guttman daha sonra 60’ların başında iki kez Şampiyon Kulüpler Kupası kaldıran Benfica’nın teknik direktörü olacaktı.

Bundan bir sene sonra, Weisz Padova’ya transfer oldu. Sene 1925 olsa bile yeteneğin keşfedilmesi uzun sürmüyordu. Burada bir sene top koşturduktan sonra İnternazionale’ye geçti ancak, şanssızlık peşini bırakmadı. Son derece ciddi bir diz sakatlığının ardından futbolu bırakmak zorunda kaldı. Futbolun cazibesine kendini kaptıran Milano’da Weisz’ın oyun üzerine yenilikçi fikirleri dikkatlerden kaçmadı. İyi bir hatip ve eğitimli bir insan olarak Milano kafelerinde hararetli futbol tartışmalarına katılıyordu. Mussolini’nin talimatıyla ismi değiştirilen ve Ambrosiana İnter adını alan eski kulübü, Weisz’a ilk şans veren takım oldu.
Futbolun erken dönemlerinde antrenmanlara gereken özen gösterilmezdi. Macar teknik direktörün takımda değiştirdiği ilk şey bu oldu. İtalya’da antrenmanları bizzat yöneten ilk hocalardan bir tanesiydi. Bu değişiklik başlarda futbolcular tarafından garip karşılansa da daha sonra meyvelerini verecekti. Herbert Chapman tarafından geliştirilen ve İngiltere’de çok verimli olan W-M taktiğinin küçük dokunuşlarla İtalyan futboluna adaptasyonunu sağlama hususunda çok başarılı olan Weisz, henüz 34 yaşındayken, o sene ilk defa merkezi bir lig sistemine geçen İtalya’da şampiyonluk kupasını kaldırdı. Serie A tarihinin en genç şampiyon olan hocası, halen Weisz’dır. Ambrosiana İnter, 1929/30 sezonunun şampiyonuydu. Weisz da popülaritesinin zirvesindeydi.

Sadece taktiksel dehasıyla değil, aynı zamanda gençlere verdiği önemle ve onları yetiştirmedeki becerisiyle de tarihe kazındı. Kurmaylarıyla beraber genç takım antrenmanlarını da dikkatli bir şekilde takip eder, bu yöntemle takımı zenginleştirmeye çalışırdı. Giuseppe Meazza, o dönem Weisz’ın dikkatini çeken futbolculardan biriydi. ‘’İl Ballia’’ İnter formasını ilk kez onun döneminde terletmiş ve 33 maçta attığı 31 golle 1930 şampiyonluğunun en büyük aktörlerinden biri olmuştu. Meazza daha sonra 1934 ve 38’te Dünya Kupası’nı kazanan kadronun en önemli isimlerinden biri olacak ve İnter’in stadyumuna ismini verecekti.

Şampiyonluğun ardından İnter’de bir yönetim değişimi yaşandı ve Weisz takımdan ayrılmak zorunda kaldı. Bari ve Novara’da kısa süreli işlerin ardından, 1935’te Bologna’nın başına geçti. Bologna, 1920’lerin başarılı takımlarından biriydi ve bu geleneğini devam ettiriyordu ancak, 30’ların başında Serie A’da bugüne benzer bir Juventus dominasyonu vardı. 1930’da Nerazzuri’nin şampiyonluğunun arından ‘’Yaşlı Kadın’’ zirveyi kimseye bırakmamış ve beş sene üst üste Scudetto’ya uzanmıştı. Bologna’yı yeni satın alan Renato Dall’Ara, Arpad Weisz’ın başarılarından etkilenmişti ve kulübün anahtarlarını ona teslim etmeye karar verdi. Bu ikili daha sonra çok iyi dost oldu ve Kırmızı-Mavili ekibin başarılarında ortak pay sahibiydi.

Weisz, ilk sezonu olan 1935/36’da takımı son maçta şampiyonluğa taşıdı ve Juventus’un hakimiyetine son verdi. Şampiyonluktaki en önemli etkenlerden biri, Busoni, Schiavio ve Reguzzoni’den oluşan yaratıcı üçlüydü. Sansone ve Fedullo da bitmek bilmeyen enerjileriyle bu üçlüye destek veriyor ve sahada daha özgür olmalarını sağlıyordu. Macar teknik direktör bu üçlüden yüksek verim almayı sürdürdü ve 1936/37 sezonunu da şampiyon tamamlayarak Juventus’dan sonra yeni bir dominasyonun sinyallerini verdi. Bologna, üst üste iki şampiyonluğun ardından gözünü Avrupa’ya dikmişti. 1937’de Paris’te düzenlenen büyük fuarın şerefine düzenlenen futbol turnuvası bu hedef için biçilmiş kaftandı. Bugünün Şampiyonlar Ligi’ne denk diyebileceğimiz organizasyonda Chelsea, Austria Wien ve Olympique Marseille gibi köklü kulüpler bulunuyordu. 6 Haziran 1937’de, kupanın finalinde Chelsea ile karşılaştılar. Chelsea büyük favoriydi. Neticede oyunun mucidi İngilizler’di ve hala Kıta Avrupa’sındaki gelişmeleri biraz kibirli bir tavırla takip ediyorlardı. Sonuç epey acımasızdı. Bologna, Chelsea’yi 4-1’lik skorla sahadan silmişti. Zaferin mimarı attığı üç golle Reguzzoni’ydi. Ligde art arda gelen iki zaferin ardından Avrupa’da da son derece prestijli bir kupa Bologna’nın müzesinde yerini almıştı. Weisz adına işler daha iyi gidemezdi...
Avrupa’da faşist iktidarların gücü giderek artıyordu. Hitler’in iktidardaki yeri sağlamlaştıkça yahudilerin yaşam alanı daralıyordu. Bir yahudi olan Weisz da bu durumdan doğal olarak etkilendi. Çocuklarının katolik olduğunu düşünürsek, kendisinin bağnaz bir yahudi olduğunu söylemek pek mümkün olmasa da Mussolini’nin 1938’de çıkardığı kanunda kendisine ayrıcalık yapılmadı. Bu kanuna göre, İtalya’da ikamet eden bütün Yahudiler ülkeyi derhal terk etmek zorundaydı. Kendisinin ve ailesinin yaşamı tehlikeye giren Weisz, Paris üzerinden o zamanlarda Yahudiler için yaşamın görece daha kolay olduğu Hollanda’ya geçti.

Ayrımcılık sebebiyle işinden olan bu ünlü teknik direktöre kapılarını açan kulüp Dordrecht oldu. Dordrecht, imkanları son derece kısıtlı bir alt lig takımıydı ve bu takımla bir şeyler başarmak mucizeyle eş değerdi. Yine de küme düşmeyerek burada da önemli bir iş yaptı. Weisz futbolla uğraşırken, Avrupa’da ayrımcılık giderek artıyordu. Mayıs 1940’ta Nazilerin Hollanda’yı işgal etmesi de işleri pek kolaylaştırmadı. Eylül 1941’de yerel karakoldan Dordrecht kulübüne bir faks geldi. Arpad Weisz’ın işinden derhal alıkoyulması gerektiği emrediliyor ve bir kulübün antrenörünün yahudi olması ‘’kabul edilemez’’ olarak belirtiliyordu. Dordrecht başkanı, Arpad’ı yakın bir dostu olarak görse de, bu şartlar altında kendisine yol vermekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Weisz ailesinin komşuları bir Ağustos sabahı yakın bir evden gelen çığlıklarla uyandı. Arpad Weisz ve ailesi Ağustos 1942’de Naziler tarafından Auschwitz’e götürülmek üzere tutuklandı. Kampa vardıklarında aile dağılacaktı. Karısı Elena ve çocukları Roberto ile Clara, köle olarak alınmadı ve Birkenau’ya gönderilerek derhal katledildiler. Ailesinin acısını taşıyan ve ruhunu çoktan kaybeden Arpad’ın bedeni de dayanamadı. 18 ay sonra, Ocak 1944’te hayata gözlerini yumdu.

Arpad Weisz savaşların ve soykırımların kurbanı olmuş büyük bir teknik adamdı. Hayatının son döneminde türlü işkencelere maruz kaldı ve oyunun gördüğü en görkemli figürlerden biri olabilecekken bir nazi kampında öldü. Hayatın adil olmadığına dair en vurucu öykülerden biri onunkisi.


Kaynakça:





Kupa Raporu #3: Neler Yaşadık?

Didier Deschamps ve öğrencileri 2018 Dünya Kupası’nı şampiyon tamamlayarak ülkelerini sevince boğdu. Champs-Elysees’de milyonlar sokağa...